SON DAKİKA
Hava Durumu
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文

#Türk Kültürü

QHA - Kırım Haber Ajansı - Türk Kültürü haberleri, son dakika gelişmeleri, detaylı bilgiler ve tüm gelişmeler, Türk Kültürü haber sayfasında canlı gelişmelerle ulaşabilirsiniz.

Türk savaş sanatları yeniden doğuyor: Ertan Erkekoğlu QHA'ya anlattı Haber

Türk savaş sanatları yeniden doğuyor: Ertan Erkekoğlu QHA'ya anlattı

Türkiye’de geleneksel sporlar son yıllarda yeniden ilgi görmeye başladı. Bu canlanmanın en önemli temsilcilerinden biri de Karesi Atlı Okçuluk Kulübü Başkanı Ertan Erkekoğlu. 1966 Balıkesir doğumlu olan Erkekoğlu, kökleri Akıncılara dayanan bir aileden geliyor. Atların içinde büyüyen Erkekoğlu, yıllarca inşaat sektöründe çalışsa da ata ve Türk savaş kültürüne olan ilgisini hiç kaybetmemiş. Bugün hem eğitmen hem de temsilci olarak, Türk atlı savaş sanatlarının yaşatılması için çalışmalarını sürdürüyor. Kırım Haber Ajansına (QHA) konuşan Erkekoğlu, bu alanın tarihsel öneminden gençlerin ilgisine, kültürel diplomasiden devlet desteğine kadar birçok konuda sorularımızı yanıtladı. CAMİANIN İLKLERİNDEN ERTAN ERKEKOĞLU Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Atlı okçuluk ve atlı savaş sanatlarına ilginiz nasıl başladı? Merhaba, ismim Ertan Erkekoğlu. 1966 Balıkesir doğumluyum. Ailem Balıkesir'in yerlisi. Yaklaşık 400 yıllık bir mazimiz var Balıkesir'de. Dedelerim, atalarım Akıncı olarak gelmiş Balıkesir'e. Onlara bir bölge tımar olarak verilmiş. Ve orada uzun yıllar at yetiştiriciliği yapmışlar. Ben de atçı bir aileden gelmem vesilesiyle atların içinde büyüdüm. Ne zaman ata bindiğimi bile hatırlamıyorum. Çok küçük yaşlarda at binmeye başladım. Dedelerim, amcalarım hepsi iyi atçılardı. Onların çevresi iyi atçıydı. Ben de böyle bir ortamda yetiştim. Daha sonra meslek olarak inşaatçılık hayatım oldu yıllarca. 30 yıl yaklaşık inşaat işi yaptım. Müteahhitlik yaptım ama hiçbir zaman atlardan kopmadım. Yani hayatımın bütün evrelerinde at vardı. 2006 yılında Balıkesir'de bir binicilik kulübü açtım. 19 yıl önce. Orada binicilik eğitimleri, binicilik hizmetleri vermeye başladım. Daha sonra 2010 gibi falan Türkiye'de atlı okçuluk başladı. Birkaç kişi, Sami Genel, Hilmi Arıç, Oyuncu Cemal Günal gibi arkadaşlar, büyüklerimiz, kardeşlerimiz bu işe gönül verdiler ve araştırıp bu işleri yapmaya başladılar. Ben de onlardan sosyal medyada gördüm. Ben de ilk yayımı, okumu, gerekli malzemelerimi alıp başladım. O günlerde çok sıkıntı yaşadım. Çünkü bu işi bilen yoktu, nasıl yapılacağını bilen yoktu. Malzemeye edinmek zordu, geleneksel kıyafet yaptırmak zordu. Yani bu şekilde adım atmış oldum bu camiaya. Ve camianın da ilklerinden olduk bu vesileyle. Ondan sonra birçok öğrenci yetiştirdik. Sayı hızla artmaya başladı ve bu şekilde yolumuza devam ettik. "BU GELENEĞİN YAŞATILMASI TÜRK KÜLTÜRÜ AÇISINDAN ÇOK ÖNEMLİ" Geleneksel Türk savaş sanatları, özellikle de atlı okçuluk, tarihsel kökleri çok derin olan bir alandır. Bu geleneğin günümüzde yaşatılması sizce ne tür bir anlam taşımaktadır? Geleneksel Türk savaş sanatları, özellikle de atlı okçuluk, tarihsel kökleri çok derin olan bir alan, evet. Bu geleneğin günümüzde yaşatılması çok önemli bence. Çünkü biliyorsunuz birçok ülke, özellikle Japonya gibi ve Asya ülkelerindeki bu işe hiç ara vermeden, devam eden Türk soydaşlarımız gibi, kandaşlarımız gibi bu sanatları yaşatmaya gayret etmişler, devam etmişler. Bizde maalesef çok uzun yıllar, yaklaşık 100 yıl ara vermiş bu gelenek. Çok büyük kopukluk olmuş. Bu işe gönül veren birkaç kişinin gayretleriyle tekrar canlandı. Bu geleneğin yaşatılması Türk kültürü açısından çok önemli. Çünkü günümüzde gençler maalesef tarihini ve kültürünü bilmiyor, okumaktan uzaklar. Sadece sosyal medyada ve televizyonlardaki dizilerde gördükleri kadarıyla bilgiye sahipler. O yüzden biz bu geleneği canlı canlı, tarihsel değerlerine uygun, dönemine uygun olarak, kıyafet olarak, ekipman olarak her şeyimizle yaşatmaya çalışıyoruz ki gençler bunu görerek algılasınlar. Çünkü atlı okçuluk tarihin en zor savaş sanatıdır ve özellikle Türklerin tarih sahnesinde birçok savaşı atlı okçuların savaş kabiliyetiyle çok kısa sürede bazen hiç zayiat vermeden bazen çok az zayiatlarla kazanmasını sağlamıştır. Atlı savaş sanatlarında hangi disiplinler öne çıkmaktadır? Siz kendi çalışmalarınızda bu disiplinlerden hangilerine özellikle odaklanıyorsunuz? Atlı savaş sanatlarında şöyle, müsabaka olarak sadece atlı okçulukta tabla parkuru ve kabak parkuru dediğimiz iki disiplin var. Tabla parkuru, Selçuklu dönemi yazmalarından çıkarılmış, o günkü hedeflerin birebir aynısıdır görsel olarak da, ebat olarak da. Tabla 3 ve tabla 4 diye iki şekilde uygulanıyor. Çeyrek final ve elemelerde üç hedefli tabla hedefi olur. Yarı final ve finalde de dört hedefli, biraz daha zorlaştırılır. Yani yarı finale çıkan sporcu daha başarılıdır diye hedef sayısı artırılır. Bu tabii ki aynı mesafe içinde, yani 100 metre mesafe içinde. Çeyrek ve eleme finallerinde 3 hedef varken, yarı finale ve finale de 4 hedef olur. Bunları tabla 3 ve tabla 4 diye adlandırıyoruz. Dediğim gibi Selçuklu dönemi hedeflerinin birebir aynısıdır, Selçuklu yazmalarından çıkarılmıştır. Diğer disiplin de kabak parkuru diye adlandırılır. 8 metrelik bir direğin üzerinde 60 santim çapında bir tepsi olur. Parkura girdiğinizde yine o da çeyrek final, eleme ve yarı final, final parkurlarında farklıdır. Çeyrek finalde bir tane yerde kikaç dediğimiz bir hedef olur. 30 santim çapında parkura girdikten sonra sporcu bunu sol tarafında yere eğilerek atar, -o yerdedir- sonra kabak okunu çeker ve direğin üzerindeki tepsiyi vurur. Yarı final ve finallerde bu kikaç hedefi 2 tanedir. Biri parkurun girişinde, biri çıkışında olur. Sporcu girerken bir tanesini atar, sonra kabağa atar, ardından çıkıştaki yerdeki kikaç hedefine atar. Bunlar da sporcunun yeteneklerini öne çıkarmak için zorlaştırılmış finallerdir. Savaş sanatları deyince ise, bugün bunlar müsabaka olarak değil ama gösterilerde yaptığımız disiplinler: At üzerinde kılıç, gürz, balta, mızrak gibi savaş aletlerini kullanma; ayrıca atlı akrobasi, yani cündilik dediğimiz, Asya’da jigitovka yani yiğitlik gösterisi diye bilinen, dört nala giden at üzerinde akrobasi hünerleri sergileme disiplinleridir. "İYİ BİR SAVAŞÇIDA OLMASI GEREKEN ÖZELLİKLER NEYSE İYİ BİR SAVAŞ ATINDA DA BUNLAR BULUNMALI" Sizin hem de kendi atlarınızı yetiştirdiğiniz ve eğittiğinizi de biliyoruz ve at yetiştiriciliği bu sanatların temelini oluşturuyor. Sizce iyi bir savaş atı veya okçuluk atı yetiştirmek için hangi özellikler en önemlidir? Evet, kendi atlarımızı yetiştiriyoruz ve eğitiyoruz. Bu çok önemli. Çünkü savaş sanatlarında at çok önemli. Yani atlı okçuluk, atlı savaş sanatları diyoruz. At olmadan yapılamayan bir şey. Yoksa yerde yapmanız gerekir bu sporu. Ya da bu savaş sanatlarını. O yüzden atlı okçuluk ve atlı savaş sanatları deyince ilk akla gelen tabii ki at oluyor. Yani atla bir takım oluyorsunuz. Siz ona hayatınızı teslim ediyorsunuz, o size hayatını teslim ediyor. Öyle bir ikili olmanız gerekiyor ki birbirinizin ne yapacağını bilmeniz, kestirmeniz, güvenmeniz gerekiyor. Bu çok önemli bir şey. Çünkü atın üstünde ok, kılıç, gürz, balta, mızrak kullanıyorsunuz. At herhangi bir korku yaşadığında sapar, yolundan çıkar ve sizin o silahları kullanmanıza engel olduğu gibi sizi üstünden de düşürebilir. Siz de yanlış bir hareket yaparsanız atınıza zarar verebilirsiniz. O yüzden atı iyi yetiştirmeniz ve atla iyi bir bağ kurmanız çok önemli. Savaş atı seçerken atın özellikleri de çok önemlidir. Bir kere cesur olmalı, korkusuz olmalı, heybetli ve sağlam yapılı olmalı. Fiziki özellikleri, bilek yapısı önemlidir çünkü sizi ve silahlarınızı uzun süre taşıyacak. Özellikle birebir çarpışma canlandırmalarında at kesinlikle geri durmamalı. İyi bir savaşçıda olması gereken özellikler neyse iyi bir savaş atında da bunlar bulunmalıdır. DEVLET DESTEĞİ ŞART Türkiye’de geleneksel atlı sporlar ve savaş sanatlarına olan ilgi son yıllarda artmakta. Sizce bu ilginin sürdürülebilir olması için hangi adımlar atılmalıdır? Türkiye’de geleneksel sporcular ve savaş sanatlarına olan ilgi son yıllarda artıyor ve ivme kazanıyor. Bu da bizi mutlu ediyor. Ama bu ilginin sürdürülebilmesi için en önemli şey bence medya. Ulusal basının bu programlara, müsabakalara, gösterilere daha fazla yer vermesi gerekiyor ki halk arasında bilinirlik artsın. Maalesef ulusal basın şu anda buna çok önem göstermiyor. Şu an sadece TRT ve TRT Spor’da yayınlar yapılıyor. Ama diğer kanallar da yayınlasa, mesela yağlı güreş gibi, çok daha büyük bir ilgi olur. Medya bu işin öneminin farkına varamadı. En kısa zamanda farkına varmasını ümit ediyoruz. Medya bu işin sürdürülebilirliği için en önemli ayaktır. İkinci unsur ise devlet desteği. Çünkü bu pahalı bir spor. At bakımı, kıyafetler, donanım, silahlar, zırhlar, miğferler çok masraflı. Bu iş gönüllülük esasına dayanıyor. Severek yapılan bir şey. Çıkar için yapılacak bir spor değil. O yüzden devlet desteği çok önemli. Devlet desteği bu aşamada istediğimiz kadar değil. Evet, müsabakalarda at nakliyeleri, konaklama ve harcırahlar karşılanıyor ama bir sporcunun yıl boyunca ata bakması, antrenman yapması çok masraflı. Ekonomik durumu iyi olmayanlar için destek şart. "AVRUPA’DA BİRÇOK ÜLKE TAMAMEN TÜRK STİLİYLE YARIŞIYOR" Yurt dışında katıldığınız uluslararası yarışmalarda ve gösterilerde Türk atlı savaş geleneği nasıl karşılanıyor? Dünyada bu alandaki yerimizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Yurt dışında katıldığımız uluslararası yarışmalarda ve gösterilerde Türk atlı savaş sanatları geleneği, Türk atlı okçuluğu gerçekten çok güzel karşılanıyor. Çünkü oradaki, Avrupa’dan Asya ülkelerine kadar şu anda hepsinin yaptığı atlı okçuluk stilleri Türk atlı okçuluk geleneği üzerine. Avrupalılar da artık bizim yaylarımızla, bizim mandallama sistemimizle, başparmak çekişiyle atıyorlar. Avrupa’da birçok ülke tamamen Türk stiliyle yarışıyor. Japonların Yabusame dedikleri uzun yaylarla yapılan stilleri var, onu sürdürüyorlar ama yine bizim stilimizle yarışıyorlar. Bu da bizi gururlandırıyor. Yurt dışında bizi bu işin sahipleri olarak görüp bize ayrı bir saygı gösteriyorlar. Biz özellikle yurt dışındaki müsabakalarda geleneksel kıyafetlerimizle yarışıyoruz. Bir çok ülke buna dikkat etmiyor, sporcular tişört ve tayt ile yarışıyor ama biz geleneğimizden taviz vermiyoruz. En güzel şekilde ecdadımızı, ülkemizi temsil etmeye çalışıyoruz. Bu da büyük takdir görüyor. Geleneksel atlı savaş sanatlarını modern spor anlayışıyla buluşturmak sizce mümkün müdür? Böyle bir şey gerekli mi ya da? Gelenek ile modern sporun dengesi nasıl kurulabilir? Bence hiç gerekli değil, mümkün de değil. Çünkü modern sporlar ayrı, geleneksel sporlar ayrı. Mesela diğer ülkelerde bunu tişört ve tayt ile yaparken biz ağustos sıcağında kaftanımızla, hatta bazen zırhımızla, börkümüzle, miğferimizle, bütün ekipmanlarımızla terleyerek ama taviz vermeden geleneğimizi yaşatıyoruz. Ben böyle devam etmesi taraftarıyım. Modern spor modern olarak kalsın, geleneksel spor geleneksel olarak. Türkiye’de hem geleneksel Türk okçuluğu hem de geleneksel atlı okçulukta bu konuda dikkat ediliyor. Bu da çok önemli. GENÇ SPORCULARIN YETİŞMESİ İÇİN DESTEK ŞART Bu alanda gençlerin yetişmesi için ne tür eğitim yöntemleri uyguluyorsunuz? Sizce genç kuşakların ilgisini artırmak için neler yapılmalıdır? Geleneksel atlı savaş sanatlarında gençlerin yetişmesi için çok gayret ediyoruz. Ama zor ve masraflı bir spor, savaş sanatı olduğu için beklediğimiz kadar ilgi olmuyor. Ekonomik şartlar da ağırlaştıkça, isteyen çok olsa da sürdüren az oluyor. Buna rağmen biz elimizden geleni yapıyoruz. Gençlerin ilgisini artırmak için destek, sponsorluk, yerel yönetimlerin ve devletin katkısı çok önemli. Belediyeler imkân sağlamalı, iş adamlarımız sponsor olmalı, devlet destek vermeli. İnşallah önümüzdeki yıllarda daha çok destek göreceğiz. Atlı okçuluk ve savaş sanatlarının, kültürel diplomasi ve ülke tanıtımı açısından önemi hakkında ne düşünüyorsunuz? Atlı okçuluk ve savaş sanatlarımızın kültürel diplomasi ve ülke tanıtımı açısından önemi çok büyük. Bunu gittiğimiz her ülkede gerçekten yaşıyoruz. Hem millî sporcu hem antrenör olarak pek çok ülkeye gittim. Mesela geçen yıl Göçebe Oyunları için Kazakistan’daydık. Sporun her türü, modern veya geleneksel, bir ülkenin tanıtımı için çok önemli. Ama öncelikle başarılı olmak gerekiyor. Son yıllarda birçok başarılı kardeşimiz yurt dışında dereceler aldı. 4-5 yıl önce öğrencim Kore’de gençlerde dünya birincisi oldu. Veysel Batuhan Bay, Yiğit Kerem Kekeç, Davut Çakır gibi sporcularımız yurt dışında çok güzel başarılar elde ettiler. Bu bizi gururlandırıyor. "TARİH BİR MİLLETİN KİMLİĞİDİR" Son olarak, bu alanda kelimenin tam anlamıyla bu işin aksakalı olarak, geleneksel atlı okçuluk ve savaş sporları konusunda gençlerimize ne söylemek istersiniz? Beni atlı okçuluk ve atlı savaş sanatlarında bu işin aksakallısı olarak gördüğünüz için teşekkür ediyorum. Camiada da öyle görülüyor, öyle saygı duyuluyor. Bunun ağırlığı üzerimde büyük bir yük ama örnek olmaya çalışıyorum. Yardım isteyen herkese destek olmaya çalışıyorum. Mesela YouTube kanalım var, bazı dizi ve filmlerde rol aldım. TRT Belgesel’de Türklerin Silahları adlı belgeselde atlı savaş sanatları uzmanı olarak yer aldım. Bu yüzden çok soru geliyor, ben de herkese cevap vermeye gayret ediyorum. Gençlerimize en büyük tavsiyem: Tarihi bir ders olarak görmesinler. Tarihi severek, atalarını öğrenir gibi öğrensinler. Tarih bir milletin kimliğidir. Gelenekleri, görenekleri, tarihi ve kültürü olmayan bir toplum sadece bir insan topluluğu olur. Eğer bir gence bile dokunup onu kötü alışkanlıklardan kurtarıp tarihine, kültürüne yönlendirebilirsek bu bizim için büyük mutluluktur. Bana bu imkânı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Tüm Türk soydaşlarımıza dünyanın her yerinden selam ve saygılarımı sunuyorum. Allah’a emanet olun.

Kadim tat, yaşayan gelenek: Aşure kazanları Ankara'da kaynadı Haber

Kadim tat, yaşayan gelenek: Aşure kazanları Ankara'da kaynadı

İslam dünyasında muharrem ayının onuncu günü olarak bilinen Aşure Günü, bu yıl da çeşitli etkinliklerle ve aşure ikramlarıyla kutlanıyor. İnanç, tarih ve kültürel mirasın iç içe geçtiği bu özel gün; hem şükrün hem de toplumsal dayanışmanın simgesi olarak görülüyor. Her yıl olduğu gibi bu yıl da Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi (AHBVÜ) Türk Halk Bilimi Uygulama ve Araştırma Merkezine (THBMER) bağlı Ankara Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesinde 5 Temmuz 2025 tarihinde düzenlenen Aşure Günü etkinliği, inançla harmanlanan kadim bir geleneği yaşatırken ziyaretçilere paylaşım ve birlik duygusunu da yeniden hatırlattı. Somut olmayan kültürel mirasın sadece sözlü aktarım değil, yaşatarak gelecek kuşaklara aktarılacağı vurgulanan etkinlikte, aşure ikramı yapıldı. Katılımcılar, kazanlarda kaynatılan aşureleri müze avlusunda hep birlikte tatma imkânı buldu. Etkinlik, her yaştan ziyaretçinin yoğun ilgisiyle karşılandı. MEDDAH GÖKHAN ÖZKAL’DAN NUH TUFANI ANLATISI Etkinlik kapsamında, aşurenin tarihçesi ve kültürel anlamı üzerine bir anlatım yapıldı. Meddah Gökhan Özkal’dan tarafından yapılan Nuh Tufanı anlatısında, aşurenin Hazreti Nuh’tan Kerbela’ya uzanan çok katmanlı tarihine değinerek, bugünün hem bir şükür hem de bir yas günü olduğunun altını çizdi. Meddah Özkal, geleneğin ortaya çıkış hikâyesini şu şekilde anlattı: "Aşure kelimesi, Arapça ‘on’ anlamına gelen ‘aşere’ kökünden gelir. Muharrem ayının onuncu günü, yani ‘Aşure Günü’ olarak anılır. Bugünün en bilinen hikâyesi, Hazreti Nuh’un tufandan sonra gemisinin Cudi Dağı’na oturduğu gün olmasıdır. Rivayete göre, Hazreti Nuh yaklaşık 950 yıl boyunca toplumunu Allah’a inanmaya davet eder. Ancak çok az kişi inanır. Nihayetinde Allah’ın emriyle bir gemi inşa eder. İnananlar ve her canlı türünden birer çift bu gemiye alınır. Ardından büyük tufan başlar: yerden sular fışkırır, gökten yağmurlar yağar. Tufan 6 ay sürer. Allah’ın ‘Yeryüzüne suyunu çek, göğe de suyunu tut’ emriyle tufan sona erer ve gemi 10 Muharrem’de Cudi Dağı’na oturur. Gemide kalan az miktardaki ceviz, fındık, bakliyat gibi yiyeceklerle bir yemek yapılır. İşte bu karışım, bugünkü anlamıyla aşurenin temelidir. O gün aynı zamanda oruçla geçirilmiştir. Bu nedenle o gün, hem şükür hem de paylaşma günü olarak kabul edilir. Ayrıca 10 Muharrem’de başka önemli olayların da yaşandığına inanılır. Öyle ki bugünün, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i yararak İsrailoğulları’nı Firavun’dan kurtardığı gün, Hz. Musa’nın doğduğu gün, Hz. Eyüp’ün hastalığından kurtulduğu gün ve Hz. Yunus’un balığın karnından kurtulduğu gün olduğuna dair rivayetler vardır. Ancak 10 Muharrem, İslam tarihinde başka bir yönüyle de derin bir hüzün günüdür. Hz. Hüseyin’in ve ailesinin Kerbela’da şehit edilmesi, bugünü aynı zamanda bir matem günü hâline getirmiştir." BİR KAZANDA BİNBİR TAT AHBVÜ Türk Halk Bilimi üçüncü sınıf öğrencisi ve Müze Rehberi Sunay Keser, aşure yapımının geleneksel kodlarını Kırım Haber Ajansına (QHA) anlattı. Keser, aşurenin hem İslam geleneği hem de toplumsal hafızadaki yerine değinerek, “Aşure bizim memlekette en özel tatlıdır. Kurban kesildikten sonra mutlaka yapılır, çünkü bu bir şükür yemeğidir. Bir yandan Nuh Peygamber’in gemisinde kalan bakliyatlarla yapılan ilk çorbayı temsil eder. Bir yandan da Kerbela’da yaşanan büyük acının hatırasıdır. Ayrıca Alevi yurttaşlarımız için de Muharrem orucu sonrası yapılan önemli bir ibadettir.” ifadelerini kullandı. Keser, sadece tarifin değil, yapılan duaların da bu geleneğin önemli bir parçası olduğunu ifade etti. Aşure yaparken besmeleyle işe başladığını, Fatiha ve üç İhlas okuyarak dua ettiğini belirten Keser, “Tencerenin başına geçip duamı ederim. Allah'ım bu aşure bereketli olsun, kim tattıysa doyasıya yesin, beni mahcup etme, diye niyet ederim. Aklıma geldikçe karıştırırken de dua ederim. Gerçekten o bereketi hissedersiniz. Bugün de öyle oldu; kazan doldu, dağıttıkça bitti sanıyordum ama hiç bitmedi.” dedi. GELENEKTEN GELEN TARİFLE AŞURE Sunay Keser, aşure yapımında malzeme seçiminden pişirme sürecine kadar her aşamayı özenle yürüttüğünü anlattı. Ayrıca Keser, aşurelik buğday (yerel tabirle “düğür”), nohut, kuru fasulye, bir miktar pirinç (kıvam vermesi için), çekirdeksiz kuru üzüm, kuru kayısı, incir, portakal kabuğu, karanfil, toz şeker, ceviz ve fındık (hem içine hem süsleme için) şeklinde aşurenin temel malzemelerini sıraladı. Malzemelerin bir gece önceden ayrı ayrı yıkanıp suda bekletilmesi gerektiğini vurgulayan Keser, özellikle üzüm gibi çabuk pişen malzemelerin sabah hazırlanmasını tavsiye etti. Aşurenin pişirme aşaması ise büyük bir dikkat istiyor. Önce buğday, ardından nohut ve fasulye tencereye alınarak sırayla haşlanıyor. Kuru meyveler ve şeker birkaç taşım kaynadıktan sonra ekleniyor. Ceviz ve fındık da hem içine hem de üzerine serpiştiriliyor. “En güzel kıvamı yakalamak için çok kısık ateşte 3-4 saat boyunca kaynatmak gerekiyor.” diyen Keser, “Altını yakmadan, sabırla pişirince hem kıvamı hem tadı tam yerinde oluyor. Meyveler ve bakliyatlar kendi şekerini veriyor, bu da aşurenin doğallığını koruyor.” ifadelerini kullandı. AŞURE BEREKETİ KAPI KAPI PAYLAŞILDI Etkinlikte aynı zamanda pişirilen aşure, komşulara dağıtıldı. Komşuların kapıları tek tek çalınarak dağıtılan aşure, yüzyıllardır süregelen bu kadim geleneğin bugün hâlâ canlı bir şekilde yaşatıldığını gösterdi. Ankara Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesinde düzenlenen Aşure Günü’nde kazanlarda kaynayan aşure vesilesiyle buluşan insanlar, bu kadim geleneğin asıl lezzetinin paylaşmak olduğunu bir kez daha hatırladı.

Azerbaycan Uluslararası Halı Festivali kapılarını açıyor Haber

Azerbaycan Uluslararası Halı Festivali kapılarını açıyor

Azerbaycan’ın başkenti Bakü’nün İçerişehir bölgesi, 2-4 Mayıs tarihleri ​​arasında Azerbaycan Uluslararası Halı Festivali düzenlenecek. Festival; Azerhalça ve İçerişehir Devlet Tarih ve Mimarlık Rezervi Müdürlüğü tarafından düzenlenecek. Ayrıca Azerbaycan Uluslararası Halı Festivali, Azerbaycan Cumhuriyeti Ekonomi Bakanlığı ve Azerbaycan Cumhuriyeti İhracat ve Yatırımı Geliştirme Ajansının (AZPROMO) tarafından desteklenecek. Festivalin temel olarak; UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Temsilî Listesi'nde de yer alan Azerbaycan geleneksel halı dokuma sanatını dünya çapında tanıtmak, zengin mirasını ve gelecekteki gelişme olanaklarını ortaya koymak ve dünya halı dokumacılarının deneyim ve becerilerinden yararlanmayı amaçlıyor. Bu nedenle festivalin programı, zenginliği ve çeşitliliğiyle her yaş grubundan katılımcının ilgisine hitap ediyor. Ayrıca festival kapsamında; bir dizi konser, açık hava sineması ve yerel markaların ve zanaatkarların yer aldığı çeşitli fuarlar olmak üzere ziyaretçileri büyülü bir eğlence programı bekliyor. HALI USTALARININ ELLERİNDEN GELECEK KUŞAKLARA Ülkenin çeşitli bölgelerinde faaliyet gösteren geleneksel halı dokuma şirketi Azerhalça'nın 14 atölyesinden davet edilen 28 dokumacı kadın, işleme sürecinin güzelliğini gösteren büyük bir işleme ekibi ve yaratıcı grup üyeleri festivalde doğrudan faaliyet gösterecek.  Geleneksel halı dokuma ustaları, festivale gelen herkesle halı dokumacılığının sırlarını paylaşacak ve onları ustalık sınıflarına davet edecek. Festivalin eğlence programının bir diğer önemli bölümünü ise canlı performanslar oluşturacak. Celal Paşayev'in "Bir Genç Adamın Manifestosu" adlı romanından alınan bir öykü drama sanatçıları tarafından sergilenecek. Öyküde, halının aile namusunun ve kültürel mirasın simgesi olarak önemi anlatılıyor.  MİNİK ELLER VE KULAKLAR KÜLTÜRÜN PEŞİNDE Festivalin çocuk programında, her yaştan çocuğun hayal gücünü harekete geçirmeyi, masal dünyasıyla tanışmasını hedefleyen atölyeler ve yaratıcı etkinlikler yer alıyor. Çocuklar hem kendi rengarenk desenlerini örecek hem de sürükleyici hikâye ve masal anlatımlarına katılım sağlayacak. Azerbaycan Uluslararası Halı Festivali, çocuklar için büyülü bir deneyime dönüşecek. Genç katılımcılar çeşitli el sanatlarını öğrenecek; yün örgü ve doğal renklerle deneyler gibi doğa ve ekolojik temalar üzerinde çalışacaklar. Yüz boyama, kukla gösterisi gibi etkinlikler de festivali minikler için daha da ilgi çekici hâle getirecek. Ayrıca 2 Mayıs'tan itibaren 3 gün boyunca Faig Ahmed'in "İşaretler", Samira Allahverdiyeva'nın "Nar ve İncir Senfonisi", Eldar Mikayilzadeh'in "Halı Dokumak, Sevgiyle Dokumak" ve "Üç Peygamber", Aydan Salahova'nın "Mimarlığın Hafızası" ve Aisha Hajiyeva'nın "Zaman" sergileri festival kapsamında açılacak.

Azerbaycan halı sanatı yeniden yorumlanıyor: İkinci Hayat sergisi Bakü'de başlıyor Haber

Azerbaycan halı sanatı yeniden yorumlanıyor: İkinci Hayat sergisi Bakü'de başlıyor

Azerbaycan Millî Halı Müzesinde geleneksel Azerbaycan halılarının modern dokunuşlarla birleştiği "İkinci Hayat" sergisi açılacak. Sergide, Azerbaycan'ın farklı bölgelerine ait eski, hasarlı veya kullanılamaz hâle gelmiş halılar üzerine 25 profesyonel sanatçının farklı türlerde yaptığı resimler yer alacak. Azerbaycan Sanat Konseyi ve Azerbaycan Millî Halı Müzesi tarafından organize edilen sergi, Avrupa El Sanatları İttifakı ve Milletlerarası Müzeler Konseyi (ICOM) Azerbaycan Millî Komitesinin desteğiyle hayata geçecek. Azerbaycan Millî Halı Müzesi tarafından yapılan açıklamaya göre 1980-2000 yılları arasında dokunan geleneksel halılar, sanatçıların özgün yaklaşımlarıyla ve yeni sanatsal üsluplarla sentezlenerek daha da zenginleştirildi.  Sergilenecek güzel sanat örneklerinde ise, Azerbaycan’ın simgesi sayılan Karabağ motifleri ve nar unsurları modern bir yorumla sunulacak. GELENEKSEL SANAT MODERN SANATLARLA BULUŞUYOR Projenin temel amacı Azerbaycan halı sanatını korumak, çağdaş sanat bağlamında yeniden ifade etmek, aynı zamanda çevre bilincini geliştirmek ve sanat yoluyla yeniden kullanımını teşvik etmek olarak kaydedildi. Serginin ana hedefi ise yerel sanatçıların yanı sıra uluslararası sanat camiasını da bu yaratıcı sürece dâhil etmek ve Azerbaycan Türklerinin günlük yaşamının ve kültürünün ayrılmaz bir parçası olan halı sanatını dünyada daha geniş bir şekilde tanıtmak olarak belirtildi. Proje, Birleşmiş Milletler (BM) 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SKH) çerçevesinde sorumlu tüketim ve üretim (SKH 12) ve iklim değişikliğiyle mücadele (SKH 13) ilkeleri doğrultusunda yürütülüyor. Sergi 17 Nisan ve 27 Nisan tarihleri arasında ziyarete açık olacak.

Teknemizde çiçekler açıyor: Geleneksel ebru sanatı ustası Nurhan Tutum’dan QHA’ya özel röportaj Haber

Teknemizde çiçekler açıyor: Geleneksel ebru sanatı ustası Nurhan Tutum’dan QHA’ya özel röportaj

Geleneksel Türk el sanatları, geçmişten günümüze uzanan köklü bir miras olup, estetik ve kültürel değeriyle toplumun kimliğini yansıtan önemli unsurlar arasında yer alır. Öyle ki, Türk el sanatları; Türkistan’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan ise tüm dünyaya kadim Türk kültürünü iletir. Bu yüzden Türk kültürünün ilmek ilmek işlenmesiyle icra edilen el sanatları, sadece estetik açıdan değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel kimliğin bir parçası olarak da büyük bir önem arz eder.  Geleneksel Türk el sanatlarından biri olan ebru sanatı ise, kendine has incelikleriyle el sanatları arasında farklı bir yere konumlanır. Ebru Ustası Nurhan Tutum, bu sanatın tarihini, geleneğini, icrasını ve inceliklerini Kırım Haber Ajansına (QHA) anlattı. UZUN BİR COĞRAFYADA “TÜRK KÂĞIDI” Ebru Ustası Tutum, sözlerine ebrunun Türk geleneksel sanatının süsleme sanatlarından biri olduğunu belirterek başladı. Tutum bu bağlamda ebrunun, ilk olarak Kur’an-ı Kerim’in kapaklarını süslemek için kullanıldığı kaydetti ve ebrunun ortaya çıkış hikâyesine şu şekilde aktardı: Çağataycada ‘ebre’ yani ‘damar’ anlamına gelir ve ilk defa orada duyulur. Daha sonrasında Türkmenistan’dan İran’a geçtiği söylenir. Farsçada ismi ‘abra’dır yani ‘su yüzü’dür. İran’dan ise ticaret yoluyla Osmanlı’ya geliyor; ebru adını alarak devam ediyor. Ondan sonra da esas olarak burada canlanıyor ve buradan Batı ülkelerine geçiyor. Hatta Batı’da ‘Türk kâğıdı’ olarak kullanılıyor. Osmanlı’da ilk olarak Şeyh Hatîb Mehmed Efendi tarafından yapıldığı biliniyor. Biz ‘Hatîb ebrusu’nu ilk olarak ondan duyuyoruz. Ondan sonra ebru gelişiyor. Ebrunun esası buradan geliyor. Suyun üzerine yapılan ebru sanatının çok ayrı bir dünya olduğunu vurgulayan Tutum, suyun ve boyanın insanı “başka bir dünyaya” götürdüğünü söyledi. Aynı zamanda bu sanatın insanın ruhunu rahatlattığını ve bu sebeple de ruhsal hastalıkları iyileştirmede kullanıldığını aktardı. ÇİÇEKLERLER SUYUN ÜZERİNE DOĞAL MALZEMELERLE YAPILIYOR Tutum sözlerine ebru sanatında kullanılan malzemelerin özelliklerini anlatarak devam etti. Tutum, geven otunun köklerinden elde edilen suyun kurutularak toz hâline getirildiğini daha sonrasında su ile uzun süre karıştırılarak ebru suyunun elde edildiğini kaydetti. Öte yandan Tutum, elde edilen yoğunlaşmış suyun ebru sanatının icrasından önce hazırlanması gerektiğine, bir gün bekletilmesinin uygun olduğuna vurgu yaptı ve böylece ebru boyasının su yüzeyinde kaldığını aktardı. Bununla birlikte Tutum, elde edilen ebru suyuna su değil “kitre”; kullanılan kaba ise “tekne” adının verildiğini ifade etti. “GEVEN VE ÖD YOKSA EBRU OLMAZ” Ebru boyalarının kök boya başka bir deyişle doğal boyalar olduğunu söyleyen Ebru Ustası, toz hâldeki boyaların, düzgün bir mermer üstünde “dest-i seng” (el taşı) ile sekiz şeklindeki hareketlerle ezilerek hazırlandığını, boyaların açılması ve yüzeyde kalması için “öd” (sığırın safra sıvısı) kullanıldığını belirtti.  Tutum bu bağlamda, “Öd ile damıtılan boya suyun yüzeyine yayılır ve orada kalır. Geven ve öd yoksa ebru olmaz. Hakikisi budur.” şeklinde konuştu. Tutum, ifadelerine ebru sanatında kullanılan fırçaların özelliklerini anlatarak devam etti. Bu çerçevede kullanılan fırçaların da tamamen doğal malzemelerden elde edildiğini kaydetti ve “Fırçalar at kılığından, sapı ise gül ağacının dalından yapılır. Gül ağacının antiseptik özelliği vardır. Boyanın mikrop almasını, küflenmesini önler ve de hafiftir. Yaşlı atların kıllarından elde edilen kılın içinde ise oluklar vardır. Ve bu boyalı suya batırıp çıkardığımız zaman sıkarız onu, fazla suyunu atar ama elinizle vurduğunuz zaman yavaş yavaş içindeki o oluklardan da gelmeye başlar. At kılığın özelliği budur.” cümlelerini sarf etti. Bununla birlikte fırçaların sadece boyaları suyun üzerine atmak için kullanıldığını belirten Tutum, ebru motiflerinin çeşitli kalınlarda ve yapılarda bulunan “bizlerle” ve değişik diş aralıkları olan “taraklarla” yapıldığını kaydetti.  BİR USTANIN EBRUYU BULMA HİKÂYESİ Ebru Ustası Tutum, ebru sanatıyla hayatının kesişme noktasını ise şu şekilde aktardı: O zamanlar Kırıkkale’de oturuyordum. Arkadaşımın bir sergisi için Ankara’ya geldim. Ebruyu ilk gördüğüm anda, hani öyle âşık olursunuz ya, gözümün önünden hiç gitmedi. Tabii o zamanlar böyle dersler, kurslar falan yok. Bir zaman sonra İstanbul’a gitmeye ve Caferağa Medresesi’nde Tüzin Tiryakî Hoca’dan ders almaya başladım. Sonra Ankara’da Kültür ve Turizm Bakanlığında birçok hocadan ders aldım. Ama en sonunda bu dersleri birleştirip tekrar İstanbul'a gittim. Yani bütün birikimlerimle tekrar Tüzün Tiryakî'ye gittim. Orada epey bir çalışma yaptık. O çalışmanın ardından sergi açma kararı aldık. İlk sergimi hocamın Ankara’da ilk sergisini açtığı yerde, Ankara Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezinde (ANKÜSEM) açtım. Ve ondan sonra başladı hayatım. “EBRU ADANMIŞLIK İSTER” Sanatın öğrenilme sürecinin nasıl geliştiğinden bahseden Tutum bu çerçevede ebru sanatının öğrenilmesi için asla “ben yaptım oldu” zihniyetine girilmemesi gerektiğinin altını çizdi. Ebru sanatının bir kimyası, matematiği ve aşkı olduğunu bildiren Ebru Ustası, ebrunun adanmışlık istediğini söyledi ve şu şekilde devam etti: Bitse de gitsek havasına girdiğimizde olmuyor zaten. O zaman yaptığınız işten verim alamıyorsunuz. Kendinizi vermeli ve istemelisiniz. Bir çırak olarak ustan ile iletişimin olması bu yüzden çok önemli. Usta ile çırak aynı frekansta olmalıdır, bu şekilde verim alınır. Çok şükür benim çalıştıklarımın çoğuyla ruhen anlaştık; anlaşamadığımızla ara verdik. Alan alıyor. Alanı benim için çok keyifli… Alan insanlarla çalışmak, aynı şeyden zevk almak. Saatlerce çalışsam ben hiç yorulmuyorum onlarla. Aynı zamanda bu sanatın dokunarak ve hissederek öğrenildiğine vurgu yapan Ebru Ustası, “Ona dokunmanız, onu hissetmeniz, kitleyi hissetmeniz lazım. Elinizle hissetmeniz lazım, eldiven falan değil. Yani onunla ten temasınızın uyuşması gerekiyor. Ve bu ten temasında da ellerinizin temiz olması lazım. Dikkatli ve temiz olmak lazım.” ifadelerini kullandı. “EBRU HAYATIN OLUŞUMU GİBİ SU İLE BAŞLIYOR” Tutum, ebrunun başlangıcının hayatının oluşumu gibi su damlası ile başladığını ve o suyun ise, icrayı yönlendirdiğini söyledi. Bir şekilde ebrunun icracısıyla iletişimde olduğunu belirten Tutum, eğer canı istemezse teknelerin açılmadığını ve ebru yapmaya izin vermediğini ifade etti.  Bazen ise ebrunun çok güzel renkler verdiğini söyleyen Ebru Ustası, “O zaman çalışabildiğiniz kadar çalışın. Geleneksel sanatlar kabiliyet değil, çalışma ister. İllaki çalışma… Elinizin alışması gerekiyor. Fırçayı tuttuğunuz zaman birleşmeniz lazım, bütün olmanız lazım. Ve ne istediğinizi, sevginizi, her şeyinizi orada hallediyorsunuz. Bütün düşüncelerden arınıyorsunuz. Kötülükten arınıyorsunuz; fesatlık aklınıza gelmiyor. Bütün o boyalarla hemhâl oluyorsunuz çünkü... İşte o zaman güzel şeyler çıkıyor. Bir bakıyorsunuz ki bir anda çıkmış. Anlamıyorsunuz nasıl olduğunu. Evinizi asıyorsunuz ve sürekli bakıyorsunuz. Baktığınız zaman hep gerilere gidersiniz. Yani başa dönersiniz. O başa döndüğünüz heyecanı tekrar yakalarsınız. Zaten o heyecan bittiği zaman ebru artık ebru değil. Bütün geleneksel sanatlar da budur. Heyecan olması lazım içinizde. Sonradan böyle olmuyor. Onu yaşamanız lazım. Onunla yaşamanız lazım.” cümlelerini kullandı. AHENK VE ORAN TEKNEDE ÇİÇEKLER AÇTIRIYOR Aynı zamanda Tutum, ebru sanatının insanı sakinleştiren bir sanat olduğunu ifade etti. Tutum, bu sanatın acele isteklere cevap vermediğini yineledi ve ebrunun hayat gibi ahenkli ve orantılı olması gerektiğini ifadelerine ekledi. Ayrıca Tutum, “O kadar diyorum ya, biz onunla birleştik ki yani birbirimize. Bazen kızıyorum. Niye yapmıyorsun? Niye vermiyorsun? Ama çok seviyorum. Yani bendeki bir ebru aşkı. Aşk diyorum.” şeklinde konuştu. Tutum ifadelerinin devamında ebru sanatının insandan benlik duygusunu aldığını ve bu “farklı dünyanın” paylaşımı öğrettiğini belirterek, “Herkesin teknelerinde çiçekler açsın.” temennisiyle sözlerini noktalandırdı.

Çulun Bin Deseni Sergisi, Azerbaycan Millî Halı Müzesinde ziyaretçilerini bekliyor Haber

Çulun Bin Deseni Sergisi, Azerbaycan Millî Halı Müzesinde ziyaretçilerini bekliyor

“Çulun Bin Deseni” adlı sergi, Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de yer alan Azerbaycan Millî Halı Müzesinde açıldı. Azertac'ın (Azerbaycan Devlet Haber Ajansı) 3 Mart 2025 tarihinde gündeme getirdiği habere göre “Çulun Bin Deseni” sergisinde; Bakü, Şirvan, Gazah ve Karabağ gibi Azerbaycan’ın çeşitli bölgelerinde dokunan 25 çul örneği sergilenecek. Geleneksel hayvan ve bereket motifleri ile bezenen çullar, Azerbaycan Millî Halı Müzesinde 1 Nisan 2025 tarihine kadar ziyaretçileriyle buluşacak. “AĞUSTOSUN 15'İNDEN SONRA ERE KAFTAN, ATA ÇUL” Türk kültüründe at, deve, eşek ve öküz gibi farklı yük hayvanlarının sırtlarını örtmeye yarayan çullar, çeşitli teknikler ile dokunuyor. Azerbaycan kültüründe çullar çoğunlukla; havlı, düz dokuma, gulabatin (altın nakış), takalduz (zincir dikiş nakış), julma (kuş gözü) ve kırkyama gibi nakış teknikleriyle yapılıyor. Geleneksel uygulamalar, festivaller, bayramlar ve törenlerde develer ve atlar güzelleştirmek ve süslemek için çul ile kapanır. Aynı zamanda çullar, kış zamanları hayvanların ısınmasını sağlıyor.  Bununla birlikte Güney Azerbaycan'daki Maku'da bulunan ve M.Ö. 2. yüzyılda yapıldığı tespit edilen üzerinde çiçek desenli çul çizilen kilden bir at figürü ve Urmiye Gölü'nün yanındaki Teppe Hasanlu'da bulunan, M.Ö. 1. yüzyılda yapıldığı tespit edilen üzerinde çullu bir aslan bulunan altın bir kâse, çulun antik bir eşya olduğunu kanıtlıyor.  Eski zamanlarda çul, hükümdarların ve saray soylularının atları için renkli yün ve ipekten, bazen de altın ve gümüş ipliklerden ve değerli taşlardan yapılırdı.

Rus giyim markasından kültür hırsızlığı: Kırgız desenleri çalındı! Haber

Rus giyim markasından kültür hırsızlığı: Kırgız desenleri çalındı!

Rus menşeli “Yaka” isimli hazır giyim markası, kültür yağmacılığı (cultural approprition) yaparak hazırladığı kıyafetlerin tasarımı üzerinde telif hakkı olduğunu iddia ediyor. Altın-Orda Haber Ajansının 18 Şubat 2025 tarihli haberine göre; geleneksel Kırgız motiflerini ve desenlerini kullanan Rus etno-giyim markası Yaka, markanın “stilistik özelliklerinin” özgün olduğunu öne sürerek, kopyalanmasının yasak olduğunu ve ihlal edenlerin de mahkemeye verilebileceğini söylüyor.  İlgili habere göre; markanın tasarımcısı olan Anna Obydenova, Kırgızistan'ı ziyaret ettiği sırada yerel kültürden etkilendi. Obydenova daha sonrasında geleneksel Kırgızistan motiflerini kullanarak tasarladığı kıyafetleri ve aksesuarları, Yaka isimli marka üzerinden piyasaya sürdü.  PATENTLİ KÜLTÜR YAĞMACILIĞI Buna karşın ilgili markanın internet sitesinde veya sosyal medya hesabında, kullanılan desenlerin ve motiflerin Kırgız Türklerinin kültürüne ait olduğunu dair hiçbir ifade yer almadığı ve sadece “doğu kültüründen” bahsedildiği anlaşıldı.  Bununla birlikte ilgili markanın internet sayfasında, markanın “stilistik özelliklerinin” kopyalanmasının yasak olduğunu ve ihlal edenlerin mahkemeye verilebileceğini söyleyen bir telif hakkı metni olduğu ortaya çıktı. Bu durum üzerine bazı Kırgız Türkleri, kültür yağmacılığı (cultural approprition) yapan Yaka markasına karşı boykot kampanyası başlattı. Bu kapsamda; yerel zanaatkârlar Rus şirketle iş birliği yapmayı reddetmeye çağrıldı. Ayrıca, Yaka markasına uluslararası düzeyde dava açılması istendi. CAHİLCE AÇIKLAMA Daha sonrasında ise, Yaka’nın resmî internet sayfasında, markanın “Kırgızistan'ın bağımsızlığının 100. yıldönümü şerefine” yaratıldığını iddia eden cahilce bir açıklamaya yer verildi. Öte yandan Kırgızistan Cumhuriyeti’nin Sovyetler Birliği’nden 1991 yılında, 34 yıl önce ayrılarak bağımsızlığını kazandığı biliniyor.  TASARIMCIDAN SKANDAL CEVAP Öte yandan skandala imza atan markanın kurucusu Obydenova, kültür yağmacılığı (cultural approprition) yaptığını kabul etmeyerek, “Kırgızlar bana annem gibi yazıyor. Neden Rusça yazıyorsunuz? Kırgızca yazın. Size ulusumdan ödünç aldığınız ve bana özel olarak küfürler yazdığınız dilde hitap edeceğim: Gidin ve Rusça'yı daha iyi öğrenin. Sizi okumak gözlerimi acıtıyor.” şeklinde utanç verici bir ifade kullandı. KIRGIZ TÜRKLERİNDEN TEPKİLER GECİKMEDİ Bu skandal ve saygısızca hareket üzerine Rus markasının sadece kültürel miraslarını sahiplenmekle kalmayıp aynı zamanda son derece saygısızca davrandığını gören sosyal medya kullanıcısı Kırgız Türkleri, öfke dolu yorumlar yaptı. Bir kullanıcı, “Atalarımız tarafından yaratılan geleneksel desenler üzerinde nasıl telif hakkı talep edilebilir?” ifadelerini kullanırken, başka bir kullanıcı “Ne biçim ülke (Rusya), ne biçim tasarımcılar.” dedi. Rusların özgün bir şey icat etmediğini belirten bir kullanıcı, bu bakımdan geleneksel Türk desenlerinin çalınmasını "olağan" karşıladı. Başka bir Kırgız Türkü sosyal medya kullanıcısı ise tasarımcının saygısızca demecine, “Neden kendisine özel mesajla Rusça yazdıklarını soruyor... E madem bu kadar inatçı bir Rus'sunuz, neden Kırgız Türklerinin geleneksel desenlerinin patentini alıp Rusya'da satıyorsunuz? Özgünlük için Kırgız Türkçesi öğrenin ya da ait olmadığınız yere karışmayın.” şeklinde cevap verdi.

Telpek: Türkmen kültürünün geleneksel simgesi Haber

Telpek: Türkmen kültürünün geleneksel simgesi

Giyim ve kuşam, ait oldukları kültürün her yönünden etkilenir ve bu yönde şekillenir. Öyle ki, geleneksel yaşamda her kıyafetin, başlığın veya aksesuarın; kültürün belirlediği normlara göre bir sahibi olur. Bu bakımdan kıyafetler işlevsel oldukları kadar sembolik anlamlar da taşır ve ait oldukları kültürü doğrudan yansıtır. Konar ve göçer kültürün yoğurduğu Türk kültüründe de bu durum değişmez. Geleneksel Türk kıyafetleri, hem bozkır ikliminde hem de kavim Türk tarihin etkisinde çeşitlenir ve kültürün en belirgin parçaları olarak yaşar.  Aynı kültürden çıkan ve tarihî seyirde kültür parçaları farklılaşan Türk devletlerinde de kıyafetler ve başlıklar, kültürün yaşatılması açısından önem arz eder. Türkmen erkeklerinin geleneksel şapkaları olan telpek ise, Tükmen kültürünü doğrudan yansıtır. USTALARIN ELLERİNDEN ÇIKAN TELPEKLER Telpeğin yapımı, geleneksel el işçiliği gerektirir. Usta-çırak ilişkisi içerisinde mesleği ve sanatı öğrenen telpek ustaları bir telpeği iki ayda yapabilir. Öyle ki telpek sabır ve meşakkatle yapılır.  Ham maddesi koyun derisi ve yünü olan telpek yapımının her aşaması geleneğe uygun olarak işler.  Koyun derileri kesildikten sonra tuzlanır ve 1 hafta süreyle tuzun içerisinde; 15 gün deri, arpa ve un karışımında bekletilir. Sonra iç tarafından taranan derinin kırışıklıkları giderilir.  Daha sonrasında telpeğin kalıbının çıkarılması ise dikilmesi işlemine geçilir. Derinin iç tarafından telpeğin baş kısmı ve yan kısımları kesilir. Parçalar titizlikle dikilir ve telpek giyilmeye hazır olur. KÜLTÜRÜN MANEVİ SİMGELERİ Bununla birlikte telpek şapkaları; yaz aylarında serin, kış aylarında ise sıcak tutar. Günlük hayatın yanı sıra cenaze, düğün, bayram günleri gibi toplumlar uygulamaların icra edildiği günlerde de giyilen telpekler aynı zamanda statü belirleyicidir. Öyle ki telpeğin türleri, giyen kişinin yaşına ve konumuna göre değişir. Genç erkekler beyaz kuzu derisinden yapılmış telpekler giyerken, ileri yaşta olanlar siyah ve kahverengi yün ve deriden yapılmış telpekler giyer.

Kırgızistan, 2026 Dünya Göçebe Oyunları için organizasyon komitesini kurdu Haber

Kırgızistan, 2026 Dünya Göçebe Oyunları için organizasyon komitesini kurdu

Dünya Göçebe Oyunları hazırlıkları için organizasyon komitesi oluşturuldu. Azatlık Radyosunun 7 Ocak 2025 tarihli haberine göre; Kırgızistan Başbakanı Adilbek Kasımaliyev, 2026 yılında Kırgızistan’da düzenlenecek olan 6. Göçebe Oyunları’nın hazırlanması ve düzenlenmesi için bir organizasyon komitesinin kurulmasına ilişkin kararnameye imza attı. Düzenleme komitesinin başkanlığına ise Kırgızistan Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcısı Edil Baisalov atandı. Bununla birlikte kurulacak olan organizasyon komitesine; 6. Dünya Göçebe Oyunları’nın hazırlanmasına yönelik bölümler arası bir eylem planı geliştirmesi, geleneksel oyunlar ve sporların belirlenmesi ve planlanan etkinliklere göre maliyetleri hesaplaması talimatı verildi. DÜNYA GÖÇEBE OYUNLARI NEDİR? Konargöçer yaşam tarzı ile şekillenen Kırgız kültürel mirası, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSBC) döneminde zorunlu dönüşümlere girerek yok olma tehlikesi geçirdi. 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Kırgızistan ise ait olduğu konargöçer kültürü ve onun kültürel mirasını yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak için birçok çalışma gerçekleştirdi. Kültürel mirası korumak ve kültürel miras farkındalığını arttırmak amacıyla yapılan Dünya Göçebe Oyunları uzun bir süreç sonucunda hayata geçirildi. Kırgızistan’ın genelindeki farklı topluluklardan bir araya gelen geleneksel oyun uygulayıcıları ve kültür taşıyıcıları, kendi aralarında bağlantılar kurarak; ilk büyük toplantılarını 2007 yılında Kırgız Cumhuriyeti'nin başkenti Bişkek'te gerçekleştirdi. Kırgız kültürünün karşılaştığı çeşitli zorluklar sonucunda yok olma tehlikesi geçirdiği konusunda hemfikir olan uygulayıcılar; uzun tartışma ve müzakerelerin ardından Türkistan coğrafyasındaki geleneksel sporların ve oyunların oynandığı Dünya Göçebe Oyunları’nı ilk kez 2012 yılında Kırgızistan’ın Çolpan-Ata şehrinde düzenledi.  Birçok Türk dünyası geleneksel sporlarına ve oyunlarına ev sahipliği yapan Dünya Göçebe Oyunları; 2016-2018 yıllarında Kırgızistan’da, 2022 yılında Türkiye’de ve 2024 yılında ise Kazakistan’da düzenlendi.

logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.